24 Kasım 2016 Perşembe

GÜVEN

     Hayatınızı gözünüzün önüne getirip yavaş yavaş bakın... Geçmişiniz, yaşanmışlıklar, hüzün, sevinç... Artı ve eksilere odaklanarak düşündüğünüzde üzüntünüz ve sevinçlerinizi ayıran şey neydi? Bana soracak olursanız kesinlikle güven duygusu. Ben herkese ettiği kadar güvenirim. Aslında doğru olanı; ölçüp tartıp duruma göre güven veya güvensizlik olması gerekir. Hiç güvenmediğiniz birisi sizi üzecek bir şey yaptığında yalnızca yaptığı şey için üzülürsünüz. Ama sonuna kadar güvendiğiniz birisinden kazık yediğinizde hem size yapılan şeye hem de size yapan kişiye üzülürsünüz. Bir daha güvenmeyeceğinizi bile bile onunla birlikte olmak çok saçma değil mi? Bugün yapan yarın da yapar. Ona kusursuz olduğunu düşündüğünüz için güvendiniz ama demek ki en azından size karşı kusursuz bir insan değilmiş.
    

22 Ağustos 2016 Pazartesi

GÜLÜŞMELER

Y: Birileri aşk acısı çekiyor sanırım.
D: Birileri de sindirip gelmiş gibi.
Y: İmkansız aşk mı?
D: Bilmem, belki...
Y: Çok mu uzakta?
D: Aksine çok yakında. Tahmininden daha yakında.
Y: Arkadaşlarım çok iyi bir dinleyici olduğumu söylerler.
D: Reddedilmek nasıl bir duygu biliyor musun?
Y: Bilmem. Hiç reddedilmedim ki...
D: Berbat bir duygu. Ama bu seferki hepsinden kötüydü. Düşünüyorsun; reddedilmemek için teklif etmemek gerekiyor, herhangi bir konuda. Peki ya kazanacakların? Sırf onlar için denemeye değer biliyor musun? En iyisi içinde tutmamak, hissettiğin an, hissettiğin gibi davranmak, düşündüğün an anında yapmak. Bir saniye sonrası bile değil, o an. İşte tam o an gelen isteğin senin en büyük kozun. Geciktirirsen bir daha asla yapamama ihtimalin hayatındaki en büyük risk.
Y: Vaay. Burada bir filozof var, tatilimin en ortasında. Sıkıcı gibi.
D: Hayır, sadece bir yalancı...
Y: Yeşim.
D: Demir, memnun oldum.
Y: Ben de... Devam et lütfen.
D: Duyacağın cümlenin olumsuz olduğundan emin olsan bile o soruyu sormalısın. Çünkü soruyu sormadan cevaptan emin olamazsın. Olumsuz ihtimal yüksek olabilir, çok yüksek olabilir. Ama bunun da ihtimal olması için o sorunun var olması gerekir. Yıllar sonra o saniyeye dönüp cevabı merak edeceksin. Geçen yıllar seni o andan daha iyi yapmıştır. O öz güven senin geçmişle kıyaslama yapamayacağın bir öz güven ama psikolojik olarak o kıyaslamayı yapacaksın ve her ne olursa olsun cevabı bilmeyeceksin. Ardındaki kuyuyu kapatmadan önüne kürek sallama ki yolun kaybolmasın... Korkma, dene. Kaybedeceğin hiçbir şey yok...
Y: Ama kazanırsan en mutlu sen olacaksın.
D: Sadece aşk hayatından bahsetmiyorum. Uzun süre düşünüp hareket etmek büyük zaman kaybı. Hataların ve doğrularınla varsın. Yeter ki sessiz kalma, konuş...
Y: Seviyorsan git konuş bence diyorsun yani?
D: Hayır, kötü bir dinleyicisin diyorum. Arkadaşların kandırmış seni.
Y: Yalan söyledim...

Gülüşmeler gülüşmeler...

29 Mayıs 2016 Pazar

YARDIMLAR YARDIMLAR

     Bunu da arkadaşın ödevi için yazmıştım. Adam beni nasıl biliyorsa, "Sen yazmamışsındır olum kim yazdı söyle" diye tutturdu. Bizi Karamürsel sepeti sandı herhalde. Hocaya okutacağı için blogumda yayımlamayıp, sonra da unutmuşum, şu an farkettim.
     Şimdi de sizleri 25/5/2015 tarihinde yazmış olduğum yazımla baş başa bırakıyorum...






Teknolojinin insan hayatına getirilerinin önemi kesinlikle yadsınamaz bir gerçektir. Günümüzde hemen hemen her şeyde teknoloji var. Bunu garipsemenin bile tuhaf geleceği bir yüzyıldayız. Yaşımın yettiğince geriye dönüp baktığımda milenyum öncesi yapılan her teknolojik ürünün, yapının veya icadın büyük şaşkınlık ve "mucizevi" olarak nitelendirildiğini, fakat 2000'li yılların başlarında biraz, günümüzde ise tamamen normal karşılandığını, yeniliğe son derece alışıldığını ve imkansız kelimesinin bu konuda görmezden gelindiğini görmekteyim.
     Çok değil, bundan 10 yıl önce zihnimiz teknolojik anlamda bu kadar geniş değildi. İlk renkli ekran telefon çıktığında benim ve gözlemlediğim, hatırladığım tüm insanların bunu oldukça şaşkınlık içerinde karşılaması unutamayacağım, unutamayacağımız bir gerçek. O yıllarda birisi gelip şu an el yordamıyla saatlerce yapmakla uğraştığımız şeyleri yapacak aletin herkesin kolaylıkla ulaşabileceği ve cebinden ayırmayacağı telefonlar olduğunu söyleseydi buna kimse inanmazdı. Fakat şu an bu yazıyı yazarken, yazıyı yazdığım bilgisayardan bakmaya üşendiğim elektronik postalarıma bile 3 saniyede cep telefonumdan kontrol ediyorum. Bankalara gidip saatlerce sıra beklememe gerek olmadan tüm işlerimi teknolojinin verdiği en büyük nimetlerden olan bilgisayarımdan veya cep telefonumdan aynı dakika içinde hallediyorum, arkadaşımın evine ziyarete gittiğimde telefonla tarif yöntemiyle ulaştığım evin adresini tam olarak bilmememe rağmen cep telefonumdan konumu ayarlayıp acıktığımda arkadaşıma sormama gerek olmadan pizza siparişi verebiliyorum vs vs.
     Yürüdüğüm adımın, çıktığım merdivenin sayısına kadar her şeye rahatlıkla ulaşabildiğim bu teknoloji hayatımı bu kadar kolaylaştırıyor iken insanoğlu daha ne ister ki? Ama her güzel şeyin maalesef ki kötü yanları da var. Araştırmalara göre akıllı telefonu olan bir insan günde ortalama 250 kez telefonunu kontrol ediyor. Ortalamanın üstünde olduğunu düşündüğüm pek çok arkadaşım var. Öncelikle bu durum insanların asosyal olmasına neden oluyor. Özellikle hayatımızın en büyük parçalarından biri olan cep telefonu veya tablet bilgisayarların olmadığı, veya bu kadar yoğun ve çok yönlü olmadığı dönemi düşündüğümüzde arkadaşlarımızda birlikte vakit geçirirken her dakika telefonumuza bildirim geldi mi diye bakmazdık, onların suratlarına daha fazla bakardık. Bu teknoloji çılgınlığı bizi arkadaşlarımızdan tam anlamıyla kopartamamışsa da onlardan uzaklaştığımızın farkında değiliz. İnsanların bu duruma "Yoo, alakası yok." demesinin sebebi aslında durumu anlayamamış olmalarıdır. Örneğin; iki arkadaş buluştuğunda biri telefonuna bakarken diğeri de hemen baktığı için ve bu durumda tamamen normal gözüktüğü için ikisi için de bir problem gözükmez ama aslında durum ciddidir ve daha ileri boyuta gitmektedir. Asosyallik teknolojinin gelişmesiyle ve yayılmasıyla ilgili en ciddi problemlerden biri olsa da buna yakın sayabileceğim pek çok konu var.
     Aslında tamamen teknolojiyle yatıp, teknolojiyle kalkıyoruz. Hangimizin akşam uyumadan önce yaptığı son iş telefonumuzdaki bildirimleri kontrol etmek değil ki? Bunu severek ve isteyerek yapmamızdır en acı olan. Uykumuz geldiği için yatağımıza telefonla giriyoruz ama hemen uyumak yerine dakikalarca telefonla ilgileniyoruz. Uyandığımızda ilk işimiz telefonumuza bakmak oluyor, şarjı biter de mağdur oluruz diye şarj aletimizi yanımızda taşırız, bittiğinde ne yapacağımızı bilemeyiz, tedirgin oluruz. Bunu yapmayanımız yok ve hepimiz bir bağımlıyız, teknoloji bağımlısı.
     Radyasyon yayan elektronik aletlerle bu kadar çok zaman geçirmemiz farketmesek de sağlımızı olumsuz şekilde etkiliyor. Özellikle cep telefonuna en az iki metre uzaklıkta uyumamız gerekirken insanlar yastıklarının altına koyarak uykuya dalıyor. Bunun ceremesini yıllar sonra anlayacağız ve sonucu daha da kötü olmadan bu bağımlılığımızdan kurtulmamız gerekmektedir.
     Dizüstü bilgisayar, cep telefonu veya tableti ele aldığımızda herhangi bir markanın bile yılda birkaç model çıkardığını göze alırsak teknolojinin hızına yetişilemeyeceğini söyleyebiliriz. "Çılgınlık" olarak adlandırdığım bir konu da; bir üst model tutkusu, hem de piyasaya çıkar çıkmaz! Dünya devi teknoloji firmaları herhangi bir model çıkaracaklarında özelliklerini aylar öncesinden anlatıyor, gösteriyor. Ürün piyasaya çıktığında yani paramızı verip alabileceğimiz duruma geldiğinde biz onu çok iyi biliyor oluyoruz. Firmaların ürünün özelliklerini çıkmadan haftalar, hatta bazen aylar önce anlatıkları için, olmazsa olmaz mesajı verdikleri için piyasaya çıkması için gün sayıyoruz. Çıkacağı gün, saatler öncesinden almak için sıra oluşturduğumuz bu aletlerin yapımcıları bu halimizi gördükçe bir sonraki ürünü daha erken ve daha pahalı çıkarmaya devam edeceklerdir.
     Başta da söylediğim gibi teknolojinin önemi, yeri ve hayatımıza getirdiği kolaylıkları kesinlikle yadsınamaz bir gerçek. Ancak bunu bu duruma getiren biraz da biz tüketicileriz. Biz bu denli iştahla tükettikçe sonumuz teknolojiden olacaktır.

13 Temmuz 2015 Pazartesi

SİZDEN GELENLER - TUĞÇE KAVA

Mevsim yaz!
Kendini sıcak havaya alıştırmaya çalışan bir yaz olsa gerek.
Doğal insan ve mutlu insan nedir? Ya da günümüz hayat şartların da “mutluluk neydi?” Bunu bir düşünelim. Veya şöyle bir açalım…
Doğal insan nasıl olmalı? Sizin doğal insan dediğiniz kavrama sığan kişilik kimdir? Doğallık kişinin sadece makyaj yapmadan göze gelen hali midir? “ Makyajsız ama çok doğal! , Aa çok doğal bir kadın! , Çok doğal bir kadın (veya erkek)!” diyerek, genelleme yaptığımız şeyler midir doğallık?
Kişi, ne kıyafetleri, ne de makyajsız haliyle doğallık kazanan bir unsur değildir. Doğallık nedir biliyor musunuz? Kişinin, bir kadının veya bir erkeğin (birey olma yolunda ilerleyen kişi de denilebilir.) kalbinin huzurunu, iç sesini keşfettiği, dışarıdan gelen hiçbir sese kulak vermeden, olağan bir şekilde iç sesini dinleyerek, yüzüne yansıttığı gülümsemesidir. İşte, hayatlarımız da aradığımız “doğal kişi veya kişilik” budur.
İnsan, nasıl doğaldır biliyor musunuz?
 “Yüzüne yansıyan kocaman gülümsemesiyle (makyajlı veya makyajsız) en doğaldır.”
“Belki de bazen gözlerinde ışıldayan parlaklıkla en doğaldır.”
“Kalbinin heyecanla çarpmasıyla en doğal olandır.”
“İç sesini dinleyebilmesi ile en doğaldır.”
“Belki de doğallık tümüyle, insanın saf ve temiz gülümsemesi ile bir bütün olandır.”
Ya günümüz şartların da “mutluluk neydi?” Tam anlamı ile doğallıkla birbirlerine eş anlamlı olarak bağlı olan,  en güzel histir. “Evet, sadece bir his, en doğal haliyle bir histir.”
Yaşamlarımızda, ne kadar doğal olursanız,(her anlamda, kendinize dahi) o derece mutlusunuzdur.
“Doğallık=Mutluluk”
Şimdi ise, yapacağımız tek şey, yaşama kulaklarımızı tıkayarak, bir müzik dinlemek. O zaman;
Mutluluk neydi? Gülümseten neydi bizi?

Hep sorduk. Neler umduk, neler bulduk. Neydi şu mutluluk?

Oraya koştuk, buraya koştuk, peşinden yorulduk.

En sonunda bir cevap bulduk.  “Özgürlüktü Mutluluk”

7 Temmuz 2015 Salı

YAZI YOLLAYIN FARKINDALIKSIZ ŞAİRLER

     Bu arada blogu aktif kullandığım bugünlerde geçmişte pek çok kez çağrısında bulunduğum bir konuyu tekrar gündeme getirmek istiyorum. Daha önce defalarca kez "Gelin siz de yazın, güzel olur." dedim. Hatta "Sizden Gelenler" sayfası da yaptım, o sayfada aylarca "Yok ki" yazdı. Blogumda ilk yazısını paylaştığım kişi Demet olmuştu. Hatta "İltifat" isimli yazı ona ait. O ismin hikayesini anlatayım:
     Demet'le Facebook aracılığıyla tanışıp konuşmaya başlamıştık. Öyle 3-5 muhabbet ederken direk benim blogumdan bahsetti. O da yazı yazıyormuş ama kimseyle paylaşmıyormuş. Benim yazılarımı çok beğendiğini söylediğinde bana iltifat etmemesini rica ettim. Ben iltifat sevmiyorum ya. Alışık da değilim, kasılıyorum falan. "Alışmamış insanda iltifat hoş durmaz" gibi bir şey demiştim. Hoşuna gitmiş olacak ki yazının başlığı ne olsun diye sorduğumda direk "İltifat" dedi. Yazılarını ve tanıdığım kadarıyla kişiliğini epey beğeniyordum. Erasmusla İtalya'ya gittiğine ve bu yüzden gitmeden önce hiç görüşemediğimize üzülmüştüm. Orada canı sıkılıyor diye sırf onun için İtalya'ya özel arama paketi bile yapmıştım ama kıl oldu, tüy oldu aramız açıldı. Blogumun şifresi de hala kendisinde vardır. En son ona verirken değiştirmiştim. İşte bazı konularda yüzünü hiç görmediğin insana bile güveniyorsun, yüzünü kara çıkarmıyor ama ölümüne güvendiğin insan an olup geldiğinde ananı ağlatıyor. Neyse... Sanırım iki yıldır falan Demet ile herhangi bir iletişim halinde olmadık. Yazılarımı da okuyup okumadığını bilmiyorum ama şayet okursa; gelip bir şeyler karalamasının benim açımdan hiçbir sakıncası yok, aksine mutlu olurum. 
     Yani işin özü: Blogumda yazı yazmak isteyen herkes yazabilir. Kim olursa olsun, konu her ne olursa olsun yazısını bana mail atması yayımlanması için yeterli olacaktır. Bekliyorum...


berkanargun@outlook.com

6 Temmuz 2015 Pazartesi

KENDİN OL, ÇALIP ANLATMA, DÜŞÜNDÜĞÜNÜ SÖYLE

     "Ekilenin biçildiği kutuda son limana ilk ulaşan kazansın. Limana çıkan, denizi içip zafer işareti yapsın." 
     Sözüm meclisin en içine, hepinize. Sorup öğrenin, öğrenip öğretin. Yalnız iyiliğe değil, tüm davranışa tam iyilikle cevap verin. Kazan boşken yanar, önemli olan içini suyla doldurup kaynatıp yarar sağlamak, kazanı çöp etmemek. Yıllardır süre gelen savaş ve intikam halini yok etmenin tek yolu sabır ve inançtır. Yüz yıllar önce olduğu gibi sana bok yollayana lokum yolla, kafa değil. İlla ki hayatı kayda alacaksan kayıt almayı bağımlılık yapan huy bil, kötüyü değil, yalnızca iyiyi al. Tüm alem üçüncü kişiyi can bilip koruyup kollasa ne hırsız kalır ne de katil. Ne kin kalır ne de intikam. Yediğin yumruğu tatlı bil, ama kimseye ısmarlama! Sen kendini bil, kimsenin hayatını etkileyecek, şeklini değiştirecek, huy edindirecek aptallıklar yapma. İnsanı sev, gerisi hallolur...

28 Kasım 2013 Perşembe

Kış Geleli Çok Oldu



Kış mı dedi birileri? 
Oysa ruhum avazım çıktığı kadar bahar ! Nasıl bir özlem taşıyorum bahara, eski dostlara ve yuvaya.
Verilmiş sözlerin tutulmadığı bir kış bana karşı nasıl dürüst olabilir ki ? İkilemde kalmışız özgürlüğümüz mü yoksa bulunduğumuz sınırlı dünya mı? 
Uzun sözler bekleyen kısa hayatlarımız var. Yine pencere kenarında kalorifere sarılmış buldum kendimi. Günü nasıl boş geçirebilirim derken aklıma geldi. (Aslında ne kadar acınası bir durumda olduğumun farkındayım yazmak.. o beni bırakmazken ben bu duygudan koşarak uzaklaştım.) Mizacımdan uzaklaştığımı yazılarımdan vazgeçtiğimi anımsadım. Önce kendimi kandırdım, kaçabildiğim kadar kişiliğimden kaçtım.
Sonra aklımda masallar kurdum. Bilinenden bambaşka masallar kaybolan çocukluğumuza inat şeker ve mutlu sonla bitmeyen masallar. Tabi düşünüyor insan karamsar yazarsam arkadaşlarım demiycek mi biz senden komik bir şeyler istedik ama sen gittikçe karanlığa buluyorsun bizi diye. Sanırım bir süredir susmam bu yüzden. Masal dünyasından ayrılıp gerçekleri düşünmeye ayıracak çok zamanım var.
 Kısa yazıyorsun ve karamsarsın diyen arkadaşıma..